12 Ocak 2013 Cumartesi

Karadayı



Türkiye dışında yaşadığımdan türk dizilerini çok takip ettiğim söylenemez. Hatta hiç takip etmezken iki sene kadar önce Ezel dizisiyle türk televizyonuna ilk ilgi duyduğumu söyleyebilirim. Farklı ve ilginç bir senaryosuyla  bence klasik türk dizilerinin çok ötesine geçen bir yapımdı bence, tabi ikinci sezonda senaryo problemleri ve hikayede aksaklıklar olmadı değil ama bakınca en büyük Amerikan televizyonu yapımlarında bile oluyor bu problemler (bkz. Prison Break, Lost, vs.). Ezelle başlayan ilgim Behzat Ç. (Kurtuluş arkadaşım sayesinde) ve İşler Güçler gibi birkaç başka diziye de sıçradı zaman içinde, ve hepsi de bence sıra dışı yapımlar. Bu sene listeme yeni bir dizi eklendi: Karadayı. Hem de ne eklenme, başına oturdu dersek daha doğru olur. 

Aslında yazının başlığı ve giriş yanıltıcı olmasın, amacım diziyi, konusunu vs anlatmak değil. Bence çok güzel bir dizi vaktiniz varsa ilk bir iki bölümüne bakın derim. Ama uzun bir aradan sonra içimden birşeyler yazmak gelmesinin sebebi başka. İnternette de biraz konuşulduğu üzere, son bir iki bölüm içerisinde dizide bir idam gerçekleşti. 1970lerde geçen dizide, işlemediği bir cinayet yüzünden idamla yargılanan Nazif Kara (Çetin Tekindor), hapishanede siyasi suçlu ve idam mahkumu olan genç yaştaki Vural ile tanışır. Vural'ın idamının etrafındaki sahneler o kadar etkileyiciydi ki, özellikle birkaç sahnenin bende yarattığı hisleri paylaşmak istedim. 

Vural'ın son kez avluya çıkışıyla başladı ilk sahneler, Çetin Tekindor ve Nazım Hikmet'in eşliğinde (ilk video). Bu şiiri daha önce okuduğumda o denli etkilememisti beni, belki yaşımın küçüklüğünden, belki de o zamanlar mahpus birinin nasıl (bir his) olduğunu hayal edemeyişimden. Daha sonra Vural'ı götürmeye geldiklerinde (ikinci video), "Vakit geldi abi..." deyişi dokundu içime gerçekten. 

Bu sahnelerin benzerleri ekranda olmadı değil, özellikle Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına dair mesajlar ilk değil tabi ki. Ama asılma anından sonra Çetin Tekindor'un okuduğu şiir (üçüncü video), işte o kırdı bişeyleri içimde... 


Çıkar boynundan at o ipi çocuk,
Salıncaklar mı yok sana...
Kalk hadi o soğuk betondan,
Yatacak başka yer mi yok sana...

Annemi verdim, babamı verdim, en sevdiklerimi ölüme de,
Ben bu yaşım da gitmenin böylesini görmedim...
Kırılan bir boyun gibi, orta yerinden kırıldığında ömrüm,
Görmedim ademoğlunun, dalından koparılır gibi koparıldığını...

Ve böylelikle, umut etme kabiliyetimizi aldılar elimizden,
Ne diyeyim, dilerim ihtiyacı olan birine gidiyordur bizden çaldıkları "UMUT"...
Dünya adaletsiz çocuk!
Dünya zorba...

Elbet eşitlenecez o gün kıyamda,
Bu kekeme, toz ve duman sözlerimi...
İyi belle!
Bahara kalmaz gelirim yanına...

İlk dörtlüğü duyuncaki hislerimi ne anlatabilirim, ne açıklayabilirim, bilmiyorum sarstı beni... Kendim okusam belki bu kadar etkilenmezdim. Aradım ama şairini de bulamadım, yapımcıların paylaştığı videonun açıklamasında şairin ismi de yazmadığından, senaristlerden birinin de olabilir diye düşünüyorum. Ben kendim açıklayamazken, Nazif Vural oğluna asılma anını anlatırken kendi hislerini açıkladığında (dördüncü video) farkettim ki ben de aynı hissediyorum: "Çok utandım" diyor Nazif Vural, "yaşımdan utandım...". Yaşlı değilim belki ama ben de yaşıyor olmaktan utandım o an...

Elbette bir dizi bu seyrettiğimiz, ama hikayelerin bir yerde bir zamanda gerçek olduğunu biliyoruz. Sadece bir Deniz Gezmiş olayı değil bahsettiğim, ama kavgaların içinde gereksiz ve çaresiz heba olan herkes için ölüm aynı derecede acı, o ölümü çaresizce beklemek daha da acı. Karadayı'nın son birkaç bölümü için "Sol yanlı", "siyasi mesaj içeriyor", "Çok fazla Nazım Hikmet kullanmaya başladılar" gibi yorumlar okudum internette.  Bunlar doğrudur belki. Ama bana sorarsanız bu hikayeyi ya da okunan şiirleri siyasi gozlukle izlemek insanın hislerini kısır bırakır... Önünüzdekilerin vermeye çalıştığı mesajlar dahi olsa, sizin "çıplak" gözle aldığınızdır sizin için olan mesaj. Apolitik yetişmiş bir insan olarak benim gördüğüm bir insan hikayesi burada, ne eksik ne fazla...

Kısacası yapımda emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum, ve devamını sabırsızlıkla bekliyorum.





0:18:50'ye kadar izlemenizi tavsiye ederim

27 Mart 2011 Pazar

Özlü Söz...

"One must be cautious of the answers, that come before the questions."


"Sorulardan önce gelen cevaplara temkin gerekir."

- Türkçesi eski Türkçe gibi oldu ama daha iyisini bulamadım..

3 Eylül 2010 Cuma

Bir tatilin sonu

Bu yaz gerçekten çok dolu geçti, gerek California'daki stajım olsun gerekse sonrasında Türkiye'deki tatilim olsun hiçbir şikayete yer bırakmayacak bir tatil :). Ve üç hafta evvel New York'a döndüm artık. İnsan evini de özlüyor gerçekten. Bu sene o özlediğim evimden taşındım (ev taşımanın bütün meşakkatlerini yaşayarak), ve yeni bir ev arkadaşıyla yeni bir eve geçtim. Sanki yeni bir hayata başlamış gibi geliyor nedense ev değiştirince, halbuki eşyalar (en azından bir kısmı) aynı, muhit aynı, alışkanlıklar aynı, en önemlisi de içinde yaşayan aynı. Yine de bir heyecan kaplıyor insanı yeniden düzenini kurarken. Yeni evimden çok memnunum, hem daha geniş, yeri güzel ve yeni ev arkaşım da gayet iyi (eskisi de iyiydi tabi, şanslıyım bu konularda). Üstelik döndüğümden beri de aksiyon şöleni devam ediyor, annem ve halamlar bu yaz beni ziyaret ediyor sanki Türkiye'de gibiyiz.  Bunların yanı sıra bu dönem bir laboratuvar dersi de veriyorum, yenilik üstüne yenilik... Bir de şu tez işlerinde iyi gelişmeler olursa değmeyin keyfime.

Stajım başarılı geçti dersem sanırım hiç yanlış olmaz. Teknik kısımlara girmeyeyim ama sosyal açıdan bakarsak güzel bir stajdı. Şunu deneyimledim ki, insanlar birbirleriyle güzel ilişkiler kurma isteğine sahipler ve içten içe bu kendiliğinden olsun diye bekliyorlar ama bunun gerçekleşmesi için bazen bir katalizör gerekiyor. Diğer stajyerler için bu stajda katalizörlerden biri bendim :). Staj başında bir tanıtım etkinliğiyle tanıştırılmış olmamıza rağmen stajyerler arasında soğuk rüzgarlar esiyordu. Ben de biraz daha önceki stajımdan sahip olduğum tecrübelerimle bu sefer ilk atılımı yaparak hepimiz için bir e-mail grubu oluşturdum ve herkesi davet ettim. Yakınımdaki stajyerle tanışıp muhabbet etmeye başladım. Her ne kadar ilk başta pek ilgi olmasa da kulaktan kulağa yayılarak grubumuz çok aktif ve kalabalık (70+) bir platforma dönüştü, ve birçok aktiviteyi (doğa gezileri, top oyunları, aksam yemekleri, ev partileri, poker partileri...) düzenlememize vesile oldu. Ben de en çok tanınan stajyerlerden biri :)... Ayrılışımda bana düzenledikleri veda yemeği ve uğurlama gerçekten duygulandırıcıydı benim için. Burayı okumayacaklarını bilsem de herkese yine teşekkür ediyorum :). Bazen size karşı hamle yapmayan birine uzanıp kucakladığınızda bir bakıyorsunuz o sizi daha sıkı kucaklamış.

Ailem İstanbul'a taşındığından bu sene Türkiye tatilimin çoğu da İstanbul'da geçti. Ama Ankara'yı özlemedim de değil, İstanbul'un ulaşımı insanı bunaltıyor gerçekten. Gezdiğinden gezeceğinden birşey anlamıyor insan. Ama boğaza ve sahile de doyamıyor :). Bu sene Ordu'daki köyümüzü de 3 sene aradan sonra ziyaret etme fırsatı buldum ve iki günde tadını sonuna kadar çıkardım. Pek çok akrabamı gördüm, yediklerimi anlatmıyorum bile :). Bu kadar gezmeden sonra kısa bir Ankara ziyareti ve sonra Afyon'da yine harika bir Aikido yaz kampı geçirdim.

Bu yaz için hissetiklerimi özetlemek gerekirse yazın başında New York'tan ayrılan insanla geri dönen birbirinden biraz farklı diyebilirim. Birçok insan tanıyıp, birçok şeyi deneme fırsatım oldu ve bazı şeylere bakış açım da değişti. Bunda son zamanlarda okuduğum bazı kitapların da belki etkisi var, yakında belki buna daha ayrıntılı eğilebilirim.

Tatilimi bu kadar anlatmak yeter, artık buraya geri dönme vakti...